Trusted by Instant Edge

Makaleler ve Konferanslar

Açgözlülüğün Geldiği Son Nokta

Hepimiz bir çevrenin içerisinde yaşıyoruz, havasını soluyoruz, meyvelerini tüketiyoruz, suyunu içiyoruz. Sanıyoruz ki, çocuklarımız da bizler gibi bunları “doğal” olarak elde edecek. Orhan Veli’nin söylediği gibi “Hava bedava, su bedava” değil artık ve çok yakın gelecekte “doğal olanı” doğal olmayan yollardan yani karaborsadan satın almak zorunda bile kalabiliriz, eğer açgözlülüğümüze dur demezsek.

Konumuz çevre sorunları ve özellikle de iklim değişikliği. Doğa ile aramızda bir çatışma var, savaş var. Materyalist zihin yıllarca, doğanın efendisinin insan olduğunu, doğadaki her şeyin insan için yaratıldığını ve doğanın insanın yönetiminde olduğunu halka anlattı. Bu zihniyet bizi şimdi, birbirimizle yaşadığımız çatışmalar gibi, doğa ile aramızda da benzer bir çatışma noktasına taşıdı.

Böyle bir savaş olmalı mıdır? Uyumlu bir birlikte yaşamı oluşturamaz mıydık? Oysaki ekoloji, “Oikos logos” kelimelerinden türemiş olup, yaşadığımız evin bilimi demektir. Hepimiz bir gökyüzünün altında yaşıyoruz dedik ama maalesef sağlıklı bir ortam bulmak zorlaştı. Şehirlerimizde hava kirli, musluklarımızdan içme suyu kalitesine uygun olmayan sular akıyor, çöplerimizi koyacak yer bulamıyoruz ve daha birçok sağlıksız unsur var hayatımızda…. Ancak biliyor musunuz, bu çevre sorunları yerel olduğundan çözümü de nispeten daha kolay. Yerel yetkililerin inisiyatifi ile yerel sorunlarımızı hızlı ve kolay bir şekilde çözüme kavuşturabiliriz.

Diğer yandan Irak’ta bir fabrikada çıkan yangından güneydoğumuzdaki illerde insanlarımız nefes alamaz ve tarım ürünlerimiz yenemez hale geldi. Karadeniz sahillerimize zehir dolu variller vurdu. Akdeniz’i zehirli balıklar bastı. Bölgesel olan bu çevresel sorunlarımız ise, bölge karar vericilerinin işbirliğini zorunlu hale getirmektedir.

Ancak bunlardan çok daha acil ve önemli küresel boyutta bir çevre sorunu ile karşı karşıyayız: İklim değişikliği. İşte bu sorun, top yekûn tüm halkların katılımı ile çözüme kavuşturulabilir.

Şöyle düşünelim, bir kaza sonrasında hastaneye gelen kazazedeye ilk ve acil olarak müdahale edilmesi gereken konu nedir? Onun el parmaklarındaki kırıklar veya gözüne batan bir cisim ile mi ilgilenilir yoksa onun hayati fonksiyonlarını sürdürmesini engelleyen konuyla mı ilgilenilir? Acil müdahale; onu yaşatma amaçlıdır. Benzer şekilde çevre sorunlarımız konusunda, ilk olarak müdahale edilecek konu yerel, bölgesel ve küresel boyutlardaki sorunlardan hangisi olmalıdır sizce?

Yapılan bir araştırma göstermiştir ki dünyada karar vericiliğe soyunan adaylara yöneltilen sorular arasında küresel çevre sorunları en azdır. Yani önce karnımızın doymasını sağlayacak ekonomik konular hakkında sorular en yoğun olarak sorulurken, doğayı ve insan yaşamını doğrudan tehdit eden iklim değişikliği ile ilgili bir konu hiç gündeme gelmemektedir. Ya da diğer bir deyişle hastanede doktorlarımız hastanın gözündeki cismi çıkarmaya uğraşırken, onun kalbinin durmasını engellememektedir.

“İklim değişikliğinden bana ne” diyemeyiz artık. Dönülmez bir yola giriyoruz. 1980’lerden beri bilim adamlarının haykırışları ile 2017’ye geldiğimizde dünya nüfusunun sadece %70’i iklim değişikliğinin sebebinin insan faaliyetleri olduğu konusunda hemfikir olup, bir farkındalığa ulaşmış iken, hayatlarımızdaki önceliği hala sıfırdır. Kendinizden pay biçin, iklim değişikliği ile ilgili neler biliyorum ve neler yapıyorum diye 1 dakika düşünün.

İklim değişikliği, yani fosil yakıtların oluşturduğu CO2 emisyonu, dünya üzerinde enerji dengesizliği yarattı. Örnek olarak, evimiz sıcaktı ama biz kaloriferi daha fazla ısıya getirdik, üstümüze de ikinci bir battaniye örttük. Bu aşırı sıcaklardan evdeki yaşlılarımız, hamilelerimiz, çocuklarımız nefes alamaz hale geldiler, bebeklerimiz pişik oldular, yemeklerimiz ve soğan-patates ve bakliyatlarımız daha hızlı bozulur, çürür hale geldi vb. Kaliforniya Üniversitesi Çevre Bilimleri Bölümü’nde Yrd. Prof. James Hansen’ in deyişi ile tüm dünyadaki insanların kullandığı enerji miktarından 20 kat daha fazla enerji ile dünyayı ısıtıyoruz. Başka bir deyişle 365 gün boyunca her gün 400 000 adet atom bombasını dünyaya bırakıyoruz. Bu enerji dengesizliğine hiçbir şey dayanamaz. Neden? Neden, bu kadar fazla enerji kullanıyoruz, neden fosil yakıtlarının bu kadar CO2 emisyonu yaymalarına izin veriyoruz?

Çevre kirliliği, sonuçtur ve sebeplere baktığımızda kapitalist zihniyet görünürde nüfus artışı, sanayileşme, doğal olaylar, atıklar, kentleşme, nükleer çalışmalar ve savaşları sayarken, gerçeğe ulaşmak için felsefi olarak bunların da arkasına bakmaya ihtiyaç vardır.

Sanayileşme dönemi ile birlikte bu sorunlarla yüzleştiğimiz tespitini yapıyorsak, o zaman antik çağlarda doğa anlayışına bakalım ve o dönemlerde neden çevre sorunlarından bahsedilmediğini araştıralım.

 

Yaşayan dünya fikri ile karşılaşırız ki bu antik zamanlardan bize kalan fikir, 1970’lerde NASA uzmanı James Lovelock tarafından kamuoyuna Gaia Teoremi olarak tekrar hatırlatılmıştır. Dünya canlıdır. Okyanuslar aracılığı ile nefes alır, onun dolaşım sistemi Gulf Stream gibi büyük  okyanus akıntılarıdır. Onun ciğerleri ağaçlardır. Eğer dünya cansız olsaydı, nasıl ki ölü bir anneden canlı bir bebek doğmazsa, her ilkbaharda doğa yeniden hayat bulmazdı. Antikler, doğayı bir ana olarak isimlendirmişlerdir ve kadının 3 safhasına benzetmişlerdir. İlkbahar, doğurganlığının zirvesindeki genç kadındır. Yaz, çeşit çeşit yemişleri ve ürünleri ile besleyici annedir. Kış ise geleceğin tohumlarını içerisinde barındıran yaşlı ama bilge kadındır. Toprak Ana’dır. Bizi, her zaman besleyen, barındıran, doğuran, öldüğümüzde yine bizi kabul eden cömert kadındır. Ancak, kadın ne kadar verimli olursa olsun, her yıl çocuk doğuramaz ve doğuran kadının genç yaşında ölmesi gibi, toprağın da, dünyanın da sürekli giderek artan bir oranda vermesi söz konusu değildir. Antikler, kendilerini, doğanın çocuğu olarak görmüş, doğaya saygı duymuşlar ve minnettarlıklarını her zaman göstermişlerdir. Bugün, materyalist zihin, almaya alışmış, vermeyi enayilik olarak görmüş olabilir mi?

Geldiğimiz durumu özet olarak şöyle açıklayabiliriz: İklim bölgeleri kaydı, tarımsal ürün yelpazesi değişti. Kuzey Amerika ve Asya’da kurak bölgeler ortaya çıkmaya başladı. Kimi bölgelere normalin dışında aşırı yağış oldu. Mersin’de yağmur suyu altyapı sistemi olmasına karşın planlanan yağışın onlarca katı yağınca, felaket oldu. Deniz seviyesi yükseldi, buzullar eridi, mercan resifleri yok olmaya başladı. Ulusal Çevre veri merkezi bilgilerine göre[1]; sadece 2016 senesinde normal olmayan tayfunlar, yangınlar, seller, kuraklıklar, sıcaklıklar tüm dünyada etkisini göstermiştir. Sosyal medyada bir haber dolaşıyor; 2016, 1800lerden beri dünya üzerinde son 3 yıldır en yoğun sıcakların yaşandığı yıl oldu. 2000’li yılların başında Pentagon bir rapor yayınladı ve içilebilir su kaynaklarının deniz seviyesinin yükselmesi ile tuzlanacağından ve daha az kalan bu kaynaklara doğru büyük göçler yaşanacağından bahsetti. Aynı durum, verimli toprakları kaybedeceğimiz ve yiyecek stoklarımızın eriyeceği anlamına da gelmektedir. Gezegenimizde, suda ve karada yaşayan canlı türlerinin %30-50’sini kaybedeceğimiz anlamına da gelmektedir ki bu biyolojik döngünün kırılmasıdır. Geçmiş zamanlarda deniz kenarına aynı gerekçelerle yerleşmeyen atalarımızı hatırlayacağız. Virüs tabanlı hastalıklar artacak, alerji, solunum yolları sorunları ve kanser vakaları tavan yapacaktır.[2] Bu sorunlara en fazla gelişmemiş fakir ülkeler maruz kalacak, yaşlılarımız, çocuklarımız ve hamilelerimizde yeni yeni hastalıklar türeyecektir. İnsan, hem bu olaylardan sorumlu olandır, hem de etkilenen-mağdur olandır. Tüm bu sorunlara nüfus artışını da eklemek gereklidir. Bir odada 2 kişi yaşarken, 70 kişi yaşamak gibidir. Nitekim 1950lerde dünya nüfusu 2,5milyar, 2000 yılında 6,1 milyar ve 2016’da 7,5milyardır. Yaşayan dünyamıza baskı tarif edilemezdir.

Prof. James Hansen, torunları olunca bir çevre aktivisti olduğundan bahsetmektedir. Der ki, “Onların ‘Dedem bu sonucu gördü ve bizim için hiçbir şey yapmadı.’ demelerini ahlaksızca bulduğumdan, şimdi dünyanın her yerinde bu konuya dikkat çekmeye çalışıyorum.”

Tüketimden kaynaklı, aşırı fosil yakıtlarının kullanımına devam edersek ne olur? Doğa, her zamanki gibi kendini insanoğluna rağmen iyileştirir. Yani insanoğlunu yok ederek… Nitekim doğanın bu güvenlik mekanizması nedeniyle insanlık geçmişte tufanlar, salgın hastalıklar, türlerin değişimi, su kaynaklarının yok olması gibi sorunlarla karşılaşmış ve neredeyse taş devrine geri dönüşler yapmıştır. Elbette iklim değişikliği duracaktır ama dünyanın insanoğlunu elinin tersiyle silip atması bedeli karşılığında duracaktır.

Gerçekten iklim değişikliğine karşı hiçbir şey yapmıyor muyuz? 1997’de CO2 salınımı azaltmaya yönelik küresel bir anlaşma imzaya açılmış; anlaşma ABD, Türkiye, Avustralya gibi bazı ülkelerin imzası olmadan 2005 yılında yürürlüğe girmiş ve nihayetinde 2016’da dünyadaki 200’e yakın ülke içerisindeki 66 ülke tarafından imzalanmıştır. İklim değişikliğine sebebiyet veren gazların kullanımında azaltıma gidilmesi konusunda anlaşma yapılmış olmasına rağmen 2000-2010 yılları arasında şimdiye kadarki en fazla emisyon gazının atmosfere verildiği de bulgular arasındadır. “Kirleten öder” prensibi yönetmeliklerimize girmiştir ama bu prensip de dünyamızı korumaya yetmemiştir. Bireysel olarak, evlerimize tasarruflu ampuller ve makinalar almak, hibrit arabalar kullanmak, mevsiminde sebze-meyve tüketmek, damlayan musluklarımızı onarmak, katı atıklarımızı geri dönüşüme kazandırmak, toplu taşıma araçlarını kullanmak, her zamankinden fazla ağaç dikmek, çözünebilir deterjan kullanmak, alternatif enerji kaynaklarına yönelmek, yeni bir şey alırken gerçekten ihtiyacım var mı diye sormak, bir sivil toplum örgütünde nüfus artışına karşı çalışmak iyidir ama yeterli değildir.

O halde daha fazla ne yapmalıyız?

Aktif vatandaşlar olmalıyız. Dünya üzerinde tüm canlılar bir arada yaşıyor. Tüm canlıların yaşam hakkı olduğunu kabul etmeli ve buna saygı duymalıyız. Yaşam alışkanlıklarımızı ve insanmerkezcil zihniyetimizi değiştirmeliyiz. Küresel sorunlarımıza öncelik vermeliyiz, sorumluluklarımızı üzerimize almalı, mücadele etmeliyiz. Sorunlarımızı, yasal platformlara taşımalıyız. Tepkimizi doğaya saygılı yöntemlerle üretilen ürünleri satın alarak göstermeliyiz, daha az tüketerek sesimizi yükseltmeliyiz. Üniversitede araştırmacı isek, alternatif enerji üzerine çalışmalıyız. İklim değişikliği için etkin çalışmalar yapan eski politikacılardan Al Gore ve Prof. James Hansen diyor ki “CO2 emisyonu çıkaran firmalara vergi koyalım ve bu vergiler, devlete gitmesin, o bölgedeki halka üleştirilsin.” Ve belki siz de daha yaratıcı fikirler geliştirebilirsiniz. Afrika atasözü şöyle der: “Eğer hızlı gitmek istiyorsanız, yalnız gidin; eğer uzağa gitmek istiyorsanız, birlikte gidin.” Çevremizdeki herkese zihniyet ve dolayısıyla davranış değişiminde örnek olmalıyız.

İhtiyacımız olan, filozof Jorge Angel Livraga’ nın söylediği gibi “Bugün bürokratik engellerden kurtulmuş uzmanlarca yürütülecek, tüm seçim oyunlarından bağımsız, duyarlı ve esnek bir politikaya çok gereksinimimiz var. Bu uzmanların görevi, insanın sadece “Haklarının” değil, doğaya karşı “Yükümlülüklerinin” de söz konusu olduğu bir bildirgeyi hazırlamak olacaktır.”

Doğa bir makine değildir. Doğadaki her varlık insana hizmet için yoktur. İnsanların açgözlülüğü ve bencilliği, hepimizin soyunun tükenmesine sebebiyet verecektir. Cehalete birlikte karşı çıkalım. Mahatma Gandhi’nin ünlü bir sözünde söylediği şekilde, “Dünyada görmek istediğin değişim haline gelmelisin.”.

Yapabiliriz.

[1] https://www.ncdc.noaa.gov/sotc/service/global/extremes/201602.gif

[2] https://www.epa.gov/climate-impacts/climate-impacts-human-health

Oya UYSAL

Trusted by Instant Edge